Herkes haklıysa kim haksız?
- Cansu Coşkun

- 7 Eyl
- 3 dakikada okunur
Güncelleme tarihi: 9 Eyl
Her durumda haklı olduğuna inanmak gerçek iletişimin ve yakın ilişkilerin önünde ciddi bir engel oluşturuyor. En basit anlamıyla sağlıklı iletişimin birinin kendini ifade etme ve anlaşılma diğerinin de onu anlama arzusu olarak düşünürsek, anlama arzusunun yokluğu iletişimi ortadan kaldırıyor. Kişiyi sadece anlatan, bir görüşü savunan, çoğunlukla yargılama eşliğinde karşısındakini ikna etmeye çalışan tek taraflı bir ifade (hatta dayatma) çabasına götürüyor. Anlama arzusunun yerine haklı olma arzusunu geçiriyor.
Haklılık inancını tahmin edemeyeceğimiz kadar çok yerde görüyoruz, kimimiz bu inancı taşıyoruz da. Haklı olma ihtiyacının kişilere ve kültürlere göre birbirinden çok farklı nedenleri var. Ancak ortak başlıklar altında toplayacak olursak haklılık hem bireysel hem de toplumsal boyutta güç, güvenlik, olumlu benlik algısı ve onaylanma ihtiyaçlarıyla ilişkili. Eğer yakın çevrenizde söylemleriyle ve yaptıklarıyla her koşulda kendini haklı bulan birileri yoksa şanslı sayılırsınız ama bu yine de doğrudan hedef olabileceğiniz gerçeğini değiştirmiyor.
Toplumsal ahlak kavramı öne sürülerek getirilen yasaklar ve cezalar, aniden elimizden alınan haklar, tepeden inme kısıtlamalarla yaşamlarımızı sürdürmeye çalışıyoruz. “Ben istedim oldu” rejimi, haklılık inancını toplumun tüm hücrelerine sızdırarak benzer tutumu sokaklarda ve evlerde görmemize neden oluyor. İnsanların kadınların giyimine, kadınların saat kaçta nerede dolaşacağına, kadınların bebeklerini nasıl doğuracağına, kadınların nerelerde çalışabileceğine, kadınların davranışlarına, hatta (büyük bir acıyla söylüyorum) kadınların yaşama hakkına özgürce karışabilme cesaretine hepimiz tanık oluyoruz. Bu öyle bir haklılık inancı ki, bildiği doğruyu savunmanın daha ötesinde başkalarına öfkeli bir müdahale biçimi.
Biraz düşününce, doğruluğuna inandığı bir görüş kişiyi nasıl haklı yapar ki? Üstelik kimilerinin de haklı olduğuna inanması için bir görüşe de ihtiyacı olmuyor. Bir kadını veya çocuğu taciz eden, sırf kendi inanç sistemine aykırı bulduğu için başkalarının davranışlarına ve giyimine sözlü veya sözlü olmayan yollarla müdahil olan, toplu taşımada yayılarak oturan, başkalarını rahatsız etmekten çekinmeyen, sokağa tüküren, kaldırıma park eden, trafikte magandalık yapan, sadece yapabildiği için kötülük yapan herkes haklı olduğuna inanır. Bir de yasalar gereği cezalandırılmayacağını, toplum içinde konumunu rahatlıkla sürdürebileceğini bilir, haklılık inancı pekiştikçe pekişir.
Ailelerden ve arkadaşlardan oluşan daha küçük çemberlerde ise yakın ilişkiler ve samimiyetin varlığı bazen haklılık inancı için yapay bir çatı oluşturur. Aile, partner veya yakın arkadaş ilişkilerinde beklentilerin olması sağlıklıdır. Bunu sağlıklı yapan şey de beklentilerin adaletli olması ve karşılanmasının gönüllülük esasına dayanmasıdır. İlişkinin temel ihtiyaçlarından empatinin yokluğunda, beklentiler kişinin kendi değer sistemine ve duygusal ihtiyacına göre belirlenir. Diğerinin bakış açısını ve koşullarını gerçekten anlamakta güçlük çeken kişi kendi görüşünü savunurken karşısındakinin de aynı görüşte olması için ısrar eder hatta belki de zorbalık yapar. Yakın ilişkilerdeki manipülasyon, duygu sömürüleri ve küslük gibi psikolojik şiddet, ekonomik talepler veya doğrudan ifade edilen duygu odaklı beklentiler genelde haklılık inancının davranışsal dışavurumudur.
Daima haklı hissetmek ile her durumda haksız hissetmek neredeyse birbiriyle aynı yere çıkar. İkisi de dar bir bakış açısının temsili olmakla birlikte içgörü ve kişisel farkındalığın sınırlı olduğunu söyler. Kim bilir, belki de bu yüzden özellikle yakın ilişkilerde daima haklı hisseden ve daima kendini hatalı hisseden birbirine kimyasal bir çekimle bağlanır.
Peki, haklı olmaya neden bu kadar ihtiyaç duyuluyor? Nasıl oluyor da anlamak ve anlaşılmak haklı olmak kadar değer görmüyor? Haklılık hem toplum ilişkisinde hem de kişisel ilişkilerde bir çeşit güç ve kontrol aracı olarak kullanılır. Kendini haklı bulan (bir de bu konuda çevreden destek gören) kişi diğerlerini yönetme, başkalarının davranışları üzerinde söz sahibi olma hakkını da kendinde bulur. Dolayısıyla haklılık inancıyla kişi, diğerlerine kısıtlamalar, baskılar ve şiddetin her türünü uygulayabileceği bir gücünün olduğuna inanır.
Haklı olmaya bu denli önem atfedilmesinin bir diğer sebebi kişilerin özdeğerlerini haklılıkları üzerinden biçmeleri. Ancak ve ancak haklı olduğu sürece kendini değerli ve önemli hisseden kişiler için diğerleriyle fikir çatışması yaşamak, beklentilerinin karşılanmaması oldukça yıkıcı etkiye sahip olabilir. Bu etkiyle karşılaşmamak için baskıcı ve büyüklenmeci bir yaklaşımla haklılık inancına tutunur. Onaylanma ve aidiyet ihtiyacının da haklılık inancı için bir motivasyon kaynağı olduğunu söyleyebiliriz. Bir topluma veya gruba ait olmak ve bu grup tarafından kabul gördüğünü bilmek en temel duygusal ihtiyaçlardan biri. Kişi, içinde bulunduğu kültürün değer yargılarını savunduğu zaman sosyal olarak kabul görür ve onaylanır. Haklılık iddialarının grubun doğrularıyla örtüşmesi de aidiyet ihtiyacını karşılamış olur.
Haklılığın bireysel çerçevede ve toplumsal bağlamda daha derin köklerini bulmak mümkün. Haklılığa atfedilen güç, iktidar, yüksek benlik değeri gibi anlamlar kişileri ve toplumları esnemeyen, dar bir bakış açısına mahkûm eder. Böylece iletişime ve ilişkilerde karşılıklılık ilkesine engel olan haklılık tutkusu uzun vadede bireysel duygusal ihtiyaçları ve toplumsal güvenlik ihtiyacını karşılamaz. Ancak “haklı olan” genelde haklılığından vazgeçmek istemediği için süregelen ilişki biçiminden ve işleyişten memnun olmayan kişinin mevcut duruma kendi katkısını fark edip o katkıyı sistemden çekmesi hakiki değişimi başlatacak şeylerden biri olabilir.
Klinik Psikolog Cansu Coşkun
Vesaire - 16/11/2024




