“Bu kadarını yapabiliyorum”
- Cansu Coşkun

- 3 Eyl
- 3 dakikada okunur
Güncelleme tarihi: 9 Eyl
Hiçbir şey yapmamanın gerçek anlamı ile duygusal yükü arasında koca bir tezat var. Hareketsiz kalmak, olabildiğince az şey yapmak, kendini rölantiye almak beraberinde hafifleme ve rahatlama getirmesi beklenen durumlar olmalarına rağmen insana kendini baskı altında ve başarısız hissettiriyor. Bu hislerin kökenini yalnızca kişisel dünyamızda aramak da çoğunlukla kendimize yaptığımız haksızlık oluyor. Elbette duygularımızı durumlara yüklediğimiz anlamlardan bağımsız değerlendiremeyiz ama bu baskı ve başarısızlık hissinde toplumsal dayatmaların hiç mi rolü yok?
Her şeyden önce eylemsizliğe veya eser miktarda hareketliliğe fazlasıyla kişisel ölçekte bakılması gerektiğini söylemem gerekir. Hiçbir şey yapmama hali, kariyer planı yapmadan işe gidip gelmek ve ara sıra sosyal aktivitelere katılmak mıdır mesela? Yoksa planlar yapıp harekete geçmemek midir? Bütün gün ev işleriyle ilgilenmek ve kendine zaman ayıramamak da hiçbir şey yapmamak sayılır mı? Kendini tek bir şeye adamak ve hayatında çeşitliliğin olmaması hiçbir şey yapmamaksa, her gününü renkli yaşamak ama yine de tatminsiz hissetmek çok şey yapmak anlamına gelir mi?
Sınırlarımızı zorlamadığımız bir yaşam ve olabildiğince az hareketlilik iç dünyamızda neye denk geliyorsa, yavaşlayınca o duyguyla karşılaşıyoruz. Bu duruma yapabildiklerini ve becerilerini küçümseyen bir iç ses de eşlik ediyorsa üstelik, durabilmek ne mümkün? Tabii ki insan kendisinden beklediği bazı adımların veya yapabileceklerinin gerisinde kaldığı zaman zorlayıcı duygular yaşar. Bu duygular gelişim ve değişim için itici bir güç, motivasyon kaynağı olduğu zaman sağlıklı bir yere götürür. Bahsettiğim şey, iç dünyamızda eylemsizliğin anlamının hayatımız boyunca karşılaşmaktan kaçtığımız bir yere çıkma hali, çoğunlukla değersizlik ve yetersizlik inancı. Muhtemelen değerli ve başarılı hissetmek için yapabileceklerinin ötesine geçmeye, diğerlerinin onayına ve takdirine, aynı anda çok fazla iş yapmaya ihtiyaç var.
Parçalara bölünme gayretinin, çok çeşitliliğin, her anını aktif ve üretken geçirmeye çalışmanın bazen de en önemli işlevi insana kendi sesini duyurmamak. Çok şey yaparak aslında ne yapmaktan kaçar insan? Bu kadar çok koşturmak bazen insanın koşarak varacağı yerden ziyade koşarak uzaklaştığı yerleri de akla getiriyor.
Gelelim bir diğer boyuta, çok şey yapmanın toplumsal olarak bize dayatılmasına. Özellikle medya diliyle birlikte önü alınamaz bir şekilde yaygınlaşan “her şeye yetebilme “yanılgısı zaman zaman hepimizi etkisi altına alıyor. Hatırlarsanız yıllar önce ekranlarda sıkça gördüğümüz bir reklamda şöyle diyordu küçük çocuk: “Benim annem hem doktor, hem aşçı, hem öğretmen, hem kuaför, hem bekçi…” İzlerken hem yaratıcı bulmuş hem de eğlenmiştik hepimiz, öyle ki günlük hayatta dilimizde dolaştırır olmuştuk replikleri. Dilimize dolanan replikler, doğrudan onu amaçlamasa da zihnimiz için de kimi mesajlar taşıyordu. Aynı anda hem anne, hem öğretmen, hem doktor, hem birçok şeyden anlayan, fazlasıyla becerikli ve çok yönlü biri olmanın mümkün hatta hayranlık duyulacak bir şey olduğu inancını sızdırıyordu. Halihazırda toplumun her kesiminde kendini hırpalamanın, “çok iyi” yerlere gelmenin, kendi keyfini düşünmemenin alkışlandığı bir yapı varken, bu mesajları alıp içselleştirmek hiç de zor olmuyordu, olmuyor.
Benzer şekilde, vitaminlerin ve gıda takviyelerinin pazarlama stratejilerine dikkatinizi çekmek isterim. Enerjinizin hiç bitmediği, erken saatlerde ve dinç uyandığınız, tonlarca iş yapıp, sosyalleşip hiç yorgun hissetmeden müthiş bir doyum ve yeterlilik hissiyle bitirdiğiniz günler vaat ediyor hemen hepsi. Varoluşun temel ihtiyaçlarından olan değerli ve yeterli hissetme arzumuz burada da verilen mesajları mıknatıs gibi çekiyor. Aynı anda birçok şey yapabilmenin, kendi sınırlarını zorlamanın, koşturmanın verdiği önemli ve başarılı olma hissi… Bütün bu telaşın, parçalara ayrılmanın, durmaksızın bir şeylere yetişme çabasının normalleştirilmesiyle sakin yaşam sürmek sorgulanır, hatta değersizleştirilir bir noktaya geliyor. Yani manipüle ediliyoruz. Kendi isteklerimizi ve ihtiyaçlarımızı görmemizi engelleyen bir hareket halinde olma dayatması kafamızı karıştırıyor, bazen de bu baskıya yenik düşüyoruz. Elbette gelişim için çabalamak ve hareket halinde olmak mecburiyetindeyiz. Ancak ihtiyacımız olan odaklı bir uğraş ve çalışma ile medya ve toplum baskısıyla koşturma telaşını birbirinden ayırmak gerek.
Denklemin önemli bir parçası da çağımızın en manipülatif müdahalecilerinden sosyal medya. Oradan oraya koşturmanın gururuyla, hayatın her alanında aktif ve başarılı olmanın, çok iyi bir ebeveyn olurken aynı zamanda kişisel alanından taviz vermemenin, sosyal ilişkilerini aksatmadan kariyerini de müthiş bir ivmeyle ilerletmenin mümkün olabildiği gerçekdışı bir dünya izliyoruz. Çok çalışanlar, motivasyonu hiç azalmayanlar, molalarda bile faydalı işler yapanlar sosyal medya öncesi dönemde akıl veren komşu teyzeler veya amcalar olarak karşımıza çıkarken, bugün “influencer” olarak evlerimize ve akıllarımıza giriyor. Onların yaptığını yapamıyorsak eksik, o kadar da çok koşturmamız yoksa başarısız, üretmek ve çalışmak için güç bulamıyorsak yetersiz hissediyoruz.
Boş anlarımızı bile “verimli” geçirmek için kendimizi zorladıkça zorluyoruz. Oysa belki kendi halimizde kalabilsek, kendi şartlarımızda ve ihtiyacımız çerçevesinde doyum alabileceğimiz bir akışın içinde salınacağız. Hayatın her yerinde olma, her zaman yetişecek bir şeylerinin olması dayatmasını sırtımızdan attığımız zaman hafifleyeceğiz. Belki de o zaman gerçekten bir şey yapmamanın gerçek anlamı ile verdiği his uyumlu olacak. Aslına bakarsanız, her şeye yetişebilmeyi ve her an faydalı bir şeyler yapmayı normalleştirmek anormal. İnsanız, sınırlıyız ama “bu kadarını yapabiliyorum” veya “bu kadar yapmak istiyorum” diyebilme gücümüz baki.
Klinik Psikolog Cansu Coşkun
Vesaire - 17/07/2024




